4 Aralık 2010

pikap


     geçenlerde yaşama gözlerini kapatan bir komşumuzdan eski bir pikap kaldı... sanıyorum ki pazarlarda malzeme satarken birileri getirip vermiş ona da... neyse önemli değil kimin verdiği... kimse kullanmıyordu bildiğim kadarıyla... adamcağız da ölünce, ortada fazlalık gibi göründü demek ki... adamın evine yerleşmeyi düşünen çocukları çöpe atacaktı, dedik atmayın verin bize... verdiler... 


     elektronik ustası enişteye gösterdik... temizledi, çalışmayan iki kasetçaları da çalıştırdı, radyo da sesle alakalı ufak tefek problemler vardı onları da halletti... lakin plakçalar kısmını bir türlü yapamadı, çünkü onun elinden gelebilecek bir sorun değildi... plak tablasının dönmesini sağlayan lastikli aparatın çok yıprandığını ve artık görevini yerine getiremediğini söyledi... bu işlerden anlayan bir ustaya götürdüm... dükkanı hamamönünde... neyse... verdim lastiği, dedim böyle böyle bir problem var, bunun yenisi mevcut mudur sizde? yenisi yok ama bunu taşlama denen bir yöntemle eski haline çevirebiliriz... peki ne kadar istiyorsun? 20 lira yeter... pekala... ertesi gün gittim aldım... ve eve getirip hemencecik denedim, yenice aldığım plakları... hem 33  hem de 45 lik plakları gayet iyi çalıyordu... ne hızlı ne yavaş... of be ! en sonunda benim de bir plakçalarım olmuştu... gittim, bi sürü plak aldım... yalnız plaklar çok pahalıymış, yeniden farkettim...

      ankaradan kargoya verildi, lakin henüz elime ulaşmadı... merak ve sabırsızlıkla bekliyorum gelmesini... çok iyi bir pikap değil gördüğüm kadarıyla... ama şimdilik yenisine veya daha iyisine harcayacak param yok... maddi durumu biraz düzeltince, dual marka sağlam bir pikap almayı düşünüyorum... fiyatları 500 liradan başlıyor ama olsun, hakediyor... işte dual marka bir pikap...




     
       elime ulaşınca fotoğraflarını çeker, yayınlarım, umarım...


9 Ekim 2010

dilekler zamanı





içim çok fena acıdı ya... öyle böyle değil... bir film izledim gecenin bir yarısı ve çok fena oldum... anlatamadığım acılarımı, yıllardır biriktirdiğim ve çok fazla su üstüne çıkmasını istemediğim bir şeyleri sanki böyle kanata kanata, göz göre göre anlatıyordu ve elimden-ellerinden bir şey gelmiyordu, bunları değiştirmek için... kader denen saçmalıktan bıktım artık... sürekli aynı kandırmacanın etrafında dolanıp duruyoruz... aslolan sevgi... ama körü körüne değil, karşıdaki insanı anlayarak, onun da mutlu olmasını isteyerek... sevgilerimiz, aşklarımız hep tek taraflı... sadece mutlu olmak istiyoruz... peki ya o sevdiğimiz başka birini seviyorsa, o zaman ne olacak... illaki bizi mi sevecek... saçmalık bu! evet acı bir şey bu, ama gerçek... kimseye kendini zorla sevdiremezsin... seni sevdiğini sanırsın ama, aslında kalbinin en derinlerinde hep başka biri vardır... seni seviyormuş gibi yapar en fazla... 

modern kadın ve raison detre (varolma sebebi) isimli kitabın arka kapağından: "...eğer (...) ağacı seninse ve altında oturmamı istersen otururum... herkes seni kendisi için seviyor, bense seni senin için seviyorum..." acaba hiç sevdiğimizi, kendimiz dışında onun için de sevdik mi?

biliyordum böyle bir şeylerin başıma geleceğini... afişinden belliydi, bu filmin bir yerlerimi kanatacağı... içime işleyeceği... her şeye rağmen filmin sonundaki o iyi niyet, o güzel düşünceler... sanki uzun bir yaşar kemal romanı okumuş gibi hissettim kendimi... ah şu insan halleri... 

sevmenin suç olduğu memleketlerde yaşamak... kadının sadece namus kisvesi altında, bir "mal"mış gibi alınıp satıldığı memleketlerde yaşamak... özgürlük denen şeyin aslında ülkemizde hiç de olmadığını farketmek... ve ne gariptir kahrolası bu çarkın içinde, dişlilerden birini oluşturmak... üzülüyorum... ama yetmiyor...

sözcüklerim boğazıma diziliyor... kelimeler yetersiz kalıyor artık... ağlamak gerek ! bağıra bağıra ! tertemiz olana kadar ağlamak!!! belki bir şeyler düzelir !?

film hakkında bilgi için tıklayın...

19 Eylül 2010

yeni - eski



...yeni hayat...

yeni mekan, yeni insanlar, yeni ev, yeni iş, yeni, yeni, yeni.... her şey yeni...

peki hala eski bir şeylere özlem duyan ve onların peşinden koşmaya çalışan kendimi nasıl yenileyeceğim... 


8 Nisan 2010

özlemek



öyle çok özledim ki...
öyle çok özledim ki konuşmayı. 
yazmayı öyle çok özledim ki...

ama konuşacak hiç bir şeyim yok şu an. düşünüyorum da, gerçekten yarın yüz yüze gelsek neler konuşacağız? merhaba. merhaba. nasılsın? iyiyim, sen? iyiyim ben de. iş-güç? onlar da aynı. ve hepsi bu kadar. arkası yok. konuşacak hiç bir şeyim yok maalesef.


ne kötü oysa, konuşacak bir şeyimin olmaması... insanlar ayrıldıklarında neden konuşacak bir şeyleri kalmaz! halbuki ilişkiye başlamak kadar normal olmalıydı bitirmekte... sorun nerede acaba? yaşananların ardından insanların birbirlerine söyleyecek bir şeyleri kalmaz mı hiç?! isterdim ki, ayrılsakta  iletişimimiz kopmasın! ama bunu istememe rağmen, iletişimi tamamen koparan bendim... görüşmek için aramıştın oysa... ben istemedim açmayı... konuşacak bir şeyim yoktu... havadan sudan konuşmaktan nefret ediyorum... kendimi değiştirmek için çok çabaladım ama başaramadım. diyorum ya, oysa ki öyle çok ihtiyacım var ki sana! 


isterdim... isterdim ama bazen istemekte yetmiyor, ne zormuş ayrıldıktan sonra beraber olabilmek... dost ve arkadaş kalabilmek... üzgünüm ama öyle! umarım mutlusundur, umarım bir gün gerçekten mutlu olursun...


aşk bir rüya... bir kendinden vazgeçme hali... istediğin şeye ulaşamama ve her daim ona ulaşma isteği... ne yazık ki bu kapıya uğramayacak artık! yeniden aşık olamayacak kadar akıllandık ve kirlettik zihinlerimizi...!!



bakmak sana öylece... 
fırtınalı bir denize bakıp,
ruhu bedeninden büyük balinaların oynaşmalarını izler gibi...
uçsuz bucaksız gökyüzüne ve yıldızlara bakıp,
içlerinden en güzel, en büyük ve en parlak olanını görür gibi...
bakmak sana!
bakarken anlatmak kendini, 
döküvermek eteğindeki taşları avuçlarına...
dinlemek seni,
izlemek gözlerindeki hüznün ve umudun dansını...

15 Mart 2010

dönüş



epey olmuş bir şeyler yazmayalı... neden bu kadar ara veriyorum bazen, inan bilmiyorum ben de... ara açıldıkça açılıyor, her gün biraz daha zorlaşıyor bazı şeyler...


evde pinekliyorum kaç zamandır. elim kolum bağlı oturuyorum. gücüm var aslında, isteğim de var. ama sonuç pek de istediğim gibi değil. mayısı bekliyorum kaç zamandır. sonra her şey bir anda değişecek sanki. sürüyle planım var gerçekleşmesini beklediğim. neden mayıs diye düşündüğümde aklıma tek cevap geliyor; para. sen nelere kadirsin be para diyesim geliyor. ama demiyorum...


boş dünyanın boş işleri ile o kadar çok haşır neşir oldum ki... kendimi, kimliğimi kaybetmek üzereyim sanırım... her ne kadar arada bir kendime çeki düzen versem de -nasıl olduğunu bilmiyorum- yine de engelleyemiyorum işimin hayatımın geri kalanı üzerindeki etkisini...


aslında ders çalışıyor olmam lazım, yeniden... ama onu bile canım istemiyor artık... halbuki çalışmazsam bir şeylerin değişmeyeceğini de biliyorum. ama yine de içimden gelmiyor! zorla kitap okumak bana göre değil, sevmiyorum...


16 Ocak 2010

cem adrian - ben bu şarkıyı sana yazdım



Cem_adrian_ Ben bu şarkıyı sana yazdım



son zamanlarda o kadar çok dinliyorum ki bu şarkıyı... dinledikçe bağımlılık yapıyor... bu adam da farklı bir şeyler var... sadece bilmem kaç oktavlık sesi değil farklılığı...

31 Aralık 2009

...






Orada bulunan herkesin yüzünde üzüntülü bir ifade vardı. Ve bazıları da ağlıyordu galiba. Evet evet ağlıyorlardı, hem de yüksek sesle ve kimseden çekinmeden. Hava yağmurluydu. ama her an güneş çıkacak gibiydi. Ormanlık bir alandaydılar ve bütün ağaçlar yemyeşildi. Kavaklar, çamlar, serviler, kayınlar, meşeler, çınarlar ve adını bilmediği bir çok ağaç vardı. Hepsinin kokusu ayrıydı ve birleştiklerinde herşeyin içini temizliyorlardı. Bir sürü hayvan da vardı bu ormanda. Daha önce hiç görmediği kuşlar şarkı söylüyorlardı hep bir ağızdan. Ama sanki biraz hüzünlüydü bu şarkı. Daha çok bir ağıta benziyordu. Diğer hayvanlar susuyor ve şarkıyı dinliyorlardı sessizce. Hepsinde bir dinginlik ve huzur vardı. Uğur böceği kanatlarını içine çekmişti, karıncalar ve arılar çalışmıyorlardı artık, maymunlar birbirini temizliyordu sessizce, papağanlar birbirinin sessizliğini taklit ediyorlardı, ceylanlar ot yemiyordu artık, bir köpek ailseini de yanına almış sohbet ediyordu onlarla, kartallar ve akbabalar uçmuyorlardı, yüksek bir sekoyanın tepesinden izliyorlardı insanları ve diğerlerini. Gökyüzünden bir ses geldi, hazır olun der gibi. İnsanlar yanlarında getirdikleri şemsiyeleri açtılar, ıslanmamak için. İnsanların yüzüne biraz daha dikkatli baktı ve birkaçı dikkatini çekti. Sanki onları tanıyordu. Anlamıştı en sonunda onların kim olduğunu. Ailesi idi onlar. İlk görüşte neden tanıyamadığını düşündü ve üzüldü. Diğerlerinden bir kaçını daha tanıyordu galiba. Ama bir türlü kim olduklarını anlayamıyordu. Nasıl hatırlayamazdı bir türlü aklı almıyordu. Unuttu onları ve ailesini düşünmeye başladı. Neden burdaydılar ve özellikle annesi neden bu kadar çok ağlıyordu? Neye üzülüyorlardı? Ailesinin haricinde bir bayan daha ağlıyordu. Ve gerçekten çok üzgün görünüyordu. Kim di bu bayan ve neden ağlıyordu? Sorulara cevap bulamadığı için canı sıkıldı. Biraz yaklaştı onlara.


Bu bayanda onu çeken bir şey vardı. Sanki aynı anda doğmuşlar ve bir daha hiç ayrılmamışlar gibiydi hisleri. Birisi ona naber nedi. Ama o cevap vermedi soruyu sorana. Annesi bir ağıt yakmıştı galiba ama sözleri anlaşılmıyordu yada sadece o anlamıyordu. Annesi ağladıkça kardeşleri ve babası daha çok ağlıyordu. O bayanda ağlıyordu ama biraz farklı. Birden bir ışık yandı beyninde. Kim olduğunu hatırladı bayanın ve şaşırdı neden burda diye. Ailesi ile neden aynı ortamdaydı bu sevdiği bayan? Onlar ne zaman tanışmışlardı hem? Biraz daha yaklaştı ağlayan insanlara. Anne neden burdasınız ve neden ağlıyorsunuz diye sordu. Ama ne annesi ne de diğerleri dönüp bakmadılar bile. Sanki beni görmüyorlar diye düşündü. Annesinin sözlerine kulak verdi tekrar. Kara gözlerine gurban olduğum yavrum diyordu annesi. Ama nasıl olurdu? Bunu yalnızca kendisine derdi? Kanatlarını açtı ve biraz daha yaklaştı onlara. Ben ölmedim bak burdayım diye bağırıyordu. Ama onu kimse görmüyor ve duymuyordu. Bir tek sevdiği bayan ona doğru baktı. Yüzünde ufak bir gülümseme olmuştu aşık olduğu bayanın. Ama yeniden toprağa ve içinde yatan sevgilisine baktı. Artık ağlamıyordu. Şaşırdı bunları gören. Doğruca sevdiği insana yaklaştı ve sevdiğinin gözlüklerinde gördüğü şeye, yani kendisine baktı ve gördüğüne inanamadı bir süre. Bir kelebek olmuştu! Yağmur kesilmişti ve güneşle beraber bir gökkuşağı sarmıştı gökyüzünü.
26.04.2005

30 Aralık 2009

rüya








uykuyla uyanıklık arasında araf gibi bir yerdeyim bugünlerde...
bir yanım çevremdeki herşeyi algılayıp ona göre hareket ederken,
diğer yanım sanki yaşadığım herşey bir rüyaymış gibi bakıyor hayata ve
gülüp geçiyor sanki...

siz hiç rüya gördüğünüzün farkına varır mısınız, rüya gördüğünüz anlarda...
ben çoğunlukla farkediyorum, gördüklerimin rüya olduğunu,
ve hatta istediğim şekilde yönlendiriyorum çoğunlukla rüyalarımı...
bir bakıma rüyalarımın tanrısıyım değil mi...

gerçek olmayan mekanlar ve hayali kişiler yaratıyorum o anlarda...
istediğim yere gidiyorum... istediğim kişileri çıkarıyorum karşıma...
ama o anlarda bunları gerçekten ben mi istiyorum diye de şaşırıyorum...
şaşırdığıma göre sanki tam olarak ben istemiyorum gibi...

yaşadığım şey bir paradoks aynı zamanda...
hem rüya olduğunun farkında olmak,
hem de rüyanı istediğin yöne çekmek...

bir de madem o kadar farkındasın,
bari şöyle en çok istediğin şeyleri yapsana değil mi...
ne bileyim gitmek isteyip de gidemediğin yerlere git mesela...
uzun zamandır görmek istediğin ve özlediğin kişiyi gör mesela...

peki kim karar veriyor o zaman gördüklerime...
ben yönlendirdiğimi biliyorum, buna eminim...
hatta "bak ben ne istiyorsam o oluyor diyorum" rüyayı görürken...

sanki ben karar veriyorum gibi,
ama daha çok başka birşeyin istediği şeyleri,
kendim istiyormuşum gibi algılıyorum aslında... yani galiba...
nedir bu başka şey ve nasıl bir şeydir hiç bir fikrim yok...





öyle işte... bugünlerde uykuyla uyanıklık arasındayım...
kendimi ne şu anki dünyada hissediyorum tam anlamıyla,
ne de uyku denen anlaşılması zor büyülü dünyada...

uykunun gerçek, gerçek sandığımız şu anın ise bir yanılsama olduğundan bahsediyordu,
nietzsche "böyle buyurdu zerdüşt" isimli kitabında...
belki de haklıdır, bunu bilmemizin mümkünatı var mı...
hangisinin doğru olduğunu ispatlayabilir misiniz...

matrixte sorulan soruyu hatırlayalım...
eğer hiç uyanmasaydınız, bir rüyada olduğunuzu nasıl anlardınız...
belki şu an rüyadayız ve herşey bir yanılsama...
aklımızın ve bilincimizin bir oyunu yaşanan ve yaşanacak herşey...
bir gün uyanıp, "a yaşadığım herşey bir rüyaymış" demeyeceğimizi kim garanti edebilir ki...

hiçbir şeyin garantisi yok...
yok konu bu değildi...
uykuyla uyanıklık arasındayım bugünlerde...
ne orda ne de şurda...
kötü birşey mi ki acaba...
ben bilmiyorum...


21 Aralık 2009

sonbahar







sonbahar'ı izledim yeniden bugün... daha da bir yalnız ve anlamsız hissettim kendimi... 
devrim adına mücadele edip cezaevlerinde geçen yılların ardından, iflas etmiş bir ciğerle kalakalmak öylece... 
yine olsaydı yine de yapar mıydım diye sordum kendime - kendimi onun yerine koyarak- cevap vermedim bilerek... 
hayat ona karşı her daim acımasız mıydı acaba... başka türlü bir hayatı olabilir miydi ki... 
onun istediği gibi bir hayat... neden olmasın... ama olan olmuştu artık... zamanı geri çevirmek ne de zor bir işmiş... zor iş değil imkansızmış belki de...


ölümü beklemek...


umudunu yitirmişken her şeyden ve herkesten... yeniden sevmek, belki de aşık olmak...
ve yine hüzün, yine terkediliş... geç kalmışlığın çaresizliği... 
uzun bir yolculuğa çıkmayı delice isteyip, daha yolun başından dönmek...


az diyalogla çok şeyi anlatabilen nadir filmlerden...









13 Aralık 2009

Merci - Christine Rabette


Yıllar evvel (2003 Ekim) "9. Avrupa Filmleri Gezici Festivali"nde izlediğim ve izleyen herkes gibi gülmekten krize girdiğim bir kısa film sunuyorum sizlere... Kısa film bittiğinde salon hala gülüyordu...


Gülmenin değerini ve anlamını benim gibi unutanlara...




"Merci!"
Yükleyen SKAbOi.


http://www.dailymotion.com/video/xbhnuz_merci_shortfilms

8 Aralık 2009

geç kalmayın, zaman akıyor...






geç kalmadan...
sevmeli...
sevginin ve sevdiğinin değerini bilmeli insan...

söyledikçe anlamını ve değerini yitireceğinden korkmayıp,
daha çok seni seviyorum demeli...

elinde fırsat varken, sanki bu onu son kez görüşünmüş gibi,
kocaman ve sıcacık sarılmalı...

kıskanmalı ama,
sınırı aşmadan tadında bırakmalı...

her seferinde hayata dair felsefik laflar olmasa da, konuşmalı insan...
dinlemeli, anlamaya çalışmalı...

her daim geçmişteki hatalardan bahsetmek yerine,
ertelemeden bir şeyleri sonraki zamana,
geleceğe umutla bakarak, anı yaşamalı...

ayrıntılarda boğulup birbirini yormak ve üzmek yerine,
güzellikleri ortaya çıkarmalı insan...

dün izlediğim bir oyundan söz ettim size...
adı geç kalanlar...

gülme krizine girdiğim zamanlar da oldu...
ağladığım zamanlar da...
her ne kadar tanıdık bir hikayesi olsa da,
bunun önemini yeniden hatırlamak için izlenmeli...